"Acı Üzerine" Deneme

 Bütün insanlığı ilgilendiren bir konu hakkında yazmak istiyorum. Adı 'Acı'. Hepimizin yakından tanıdığı bu fenomenin röntgenini hep beraber çekelim.

Öncelikle acının genel kabul görmüş tanımını vererek işe koyulalım. Acı, isteklerinin olmaması durumunda ortaya çıkan durumdur. Fiziksel ya da psikolojik olsun insan, bir şey ister ve istediği şey olmazsa acı çeker. Yazım daha çok bayılana dek dayak yemek, ayaktaki cam kesiğine hastanede dikiş atmak gibi fiziksel acılardan ziyade gerçek acılardan yani psişik acılar üzerine olacak. Acı herkesin ortak noktasıdır. Hepimizin ortak kümesi ve ortak yoldaşımız. Çünkü Elen Musk'ta olsan, dünyanın en güçlü adamı da olsan her istediğini elde edemezsin. Anlaşılan odur ki, acıdan kaçış yoktur. Ee canım, biz acıdan kaçalım demiyoruz ki, "onunla sadece, haftada bir kaç kez görüşüp seviyeli bir ilişkimiz olsun yeter." diyoruz. Değil mi, bazılarımızın yakasını hiç bırakmaz, hayatı sorgulatır, isyana sürükler. Bazılarımız duyduğu acıdan dolayı artık bir şey istemek istemez. Bu durumların hepsi, psikolojide bir bozukluğa işaret eder. Mesela herhangi bir şeyi uzun süre istememeyi istemek, depresyon belirtisidir. Mesela sahip olduğun bir şeyi korumak istersin ama, sürekli onu kaybedeceğin de duyacağın acı aklına gelir ve endişeye kapılırsın. Buna anksiyete yani kaygı bozukluğu denir. Sağolsun psikologlarımız gecesini gündüzüne katarak, insanların acılarını nasıl dindirebileceklerini ya da acılara nasıl bakılması gerektiğini anlatmak için harıl harıl çalışıyorlar. Sağolsunlar. Ee din adamları da bir nevi aynı görevi üstlenir. Belki derinlemesine anlatmazlar acıyı ama tedavisi basit ve anlamlıdır. Kısacası umut vaat ederler. En çok da acılarına sabr etmesi gerektiğini bir gün bu acılardan tamamen kurtulacağını söylerler. Bir çare acının ehli olmuş insanlar, bir türlü bu girdaptan kurtulamazlar ya da bu deli dana gibi savrulan, dizginlemeyi ya da bir süre de olsa ona katlanmayı başaramazlar. Alman filozof Arthur Schopenhauer bu durumu müthiş bir karamsarlıkla şöyle ifade eder: arzular doyumsuzdur, [onlar] tükenmezler ve tatmin edilen her arzu bir yenisini doğurur. Böylece yaşadığımız süre boyunca acı döngüsünden kaçamayız. O yüzden en az acı çekip ölen kişiyi en şanslı kişi olarak görür. Ne vardı, Schopenhauer bize umut vaad eden birkaç şey söyleseydi. Ne vardı acıdan kurtulmanın bir yolu olduğunu ama ne bileyim işte, bu yolun zor olduğunu falan söyleseydi. Fena mı olurdu. Söylediklerinde haklıydı. Tıpkı benim gibi çözümsüz olduğunu kabul etmeyen bazı düşünürler vardı. Mesela Friedrich Nietzsche. O da bir almandı ve Schopenhauer'dan etkilenmişti. Her ne kadar kabul etse de çözümsüz olduğunu kabul etmek istemedi. İnsanlara acıyla ilgili alternatif bir yol bulmuştu. Ve demişti ki, "Acı çekmeye karşı asıl isyan ettiren, acı çekmenin kendisi değil, acı çekmenin anlamsızlığıdır.". Güzel bir bakış acısıydı. Umut vaad ediyordu. Acıyı anlamlandırabilirsek, acılara karşı isyan etmeyeceğimizi söylüyordu. Tamam dedik. Artık kurtuluyoruz. Ama daha öncesinde cevaplanması gereken sorular vardı. Mesela acılara kucak açtıracak düşünce neydi? ya da acıyı anlamlı kılmak ne demekti? Tam da bu nokta da bize cevap verdi, sözün sahibi, bir soruyla... Kulaklarınızı dört açın ve düşünceye dikkatinizi verin. İşte bengi dönüş olarak adlandırıldığı, felsefe tarihini, acıya olan bakışımızı ve toplum düzenini derinden etkileyecek o soru: sana gelipte bir şeytan, şu an yaşadığın hayatı geçmişte de yaşadığını, sayısız defa tekrardan yaşayacağını ve yeni hiç bir şeyin olmayacağını söylese, hayatında ki her acı, zevk ve kelimelerle anlatamayacak kadar küçük ya da büyük sana tekrardan geri dönecek, aynı sırayla, aynı gidişatla, tekrar tekrar... Tıpkı kum saati gibi... Sonsuzluğu düşün. Seçtiğin her eylemi, her zaman seçme ihtimalini düşün. Bütün yaşanmamış hayatın içinde kalacak. Yaşanmamış sonsuza kadar... Fikir hoşuna gitti mi yoksa nefret mi ettin? İlk duyduğumda ne demek olduğunu anlamamıştım fakat üzerinde düşününce anlamı gayet açıktı. Eğer bu fikre nefret ettiysen sen özgür bir şekilde tercih etmiyorsun demekti. Bir şekilde toplum ya da çevresel faktörlerden kaynaklanan düşüncelerden dolayı tercihlerimizden vazgeçtiğimizi, bu da hayatımızı anlamsızlaştırdığını ve böylece acılara isyan eden yani kısacası bu fikirden nefret eden biri olacağımızı söylüyordu. Eğer tercihlerimizin peşinden acılara rağmen ve toplumun üzerimizdeki kısıtlayıcı etkisine rağmen gidebilseydik, işte o zaman bu fikir hoşumuza giderdi, işte o zaman acılarımız anlamlı hale gelirdi, işte o zaman acılardan kaçmamamız gerektiğini hatta onların bizi güçlendirdiği ve bizim bir parçamız olduğu için kucaklamamız gerektiğini düşünürdük. Bütün hareketlerimizi yönlendirdiğimiz şeyin tercihlerimiz olduğunu bir hayal edinsene, tamamen bizim için dizayn edilmiş bir hayat. İşte böyle bir hayata acılarıyla, zevkleriyle, iyinin ve kötünün ötesinde, her şeyi ile kocaman bir "EVETTTT" demek değil mi. Sanırım artık nasıl yaşamamız gerektiğini biliyor gibiyiz. Bu derin bir oh çekmek demek değil, bunun yerine şimdi derin bir mücadelenin içerisine giriyoruz. Hayata evet demek için, acılarımızı kucaklayabilmemiz için, kendimizi yani tercihlerimizi hissedebilmek için ve bu uğurda gerekirse canımızı verecek kadar inançlı ve cesur olmak için... Artık bütün mücadelemiz, kendi tercihlerimizin peşinden gitmek için olmalı. Acıları, kendi hedeflerimizi gerçekleştirirken, hedeflerimiz için tüketmeliyiz. "Öldürmeyen şey güçlendirir." derken Nietzsche, tam olarak bundan bahsediyordu. Acılar insanı güçlendirir. Güçlenen insan, hedefini gerçekleştirme yolunda pozitif bir adım atabilir. 

 

Sonuç olarak, neden tercihlerimizin peşinden giderken karşımıza çıkan zorluklara göğüs gelmediğimizi. Neden çok üşengeç olduğumuzu daha iyi anladığımızı düşünüyorum. Eğer iyi bir mühendis olmak istiyorsan ve iyi bir mühendis olmak için gece 2 lere kadar çalışman gerekiyorsa, bunu yapmalısın. Çünkü genelde, böyle hedeflerimizden bizi alıkoyan düşünceler, gece 2'ye kadar çalışıp, karşılığını alamayacağımızı düşünmemiz ya da ne gerek var bu zahmete gece 2'ye kadar çalışınca ne olacak, tipi düşüncelerdir. İşte bu hastalıklı düşüncelerin çoğu, kendi tercihlerimize verdiğimiz değerden kaynaklanıyor. Özellikle bizim toplumumuzda, bireyin tercihine saygı gösterilmediği için, birey tercihlerini değerli bulmuyor ya da daha kötüsü bize bunu alıştırdılar. Bu yüzden toplum bu bastırılmış kişiler tarafından duyulan nefret ve hınç duygusu içerisinde. Bu yüzden toplumda üretkenlik ve yenilikçilik kısır. Bu yüzden toplumda sağlıklı sosyal ilişkiler kurulamıyor. Hepsinin altında yatan en büyük sebep, tekrar ediyorum, bireyin tercihlerine duyulan saygısızlık ve değersizlik. Kısacası bastırılmış bir birey, bastırılmış bir toplum, nefret içinde bir ülke... Karamsar bir şekilde bitirmek istemezdim ama ne yazık ki bende Schopenhauer'ın havasından soldum. Ama Ibnül Haldun'un "Coğrafya kaderdir." sözünü düşünürsek, coğrafyadan coğrafyaya umutvari bir sözden karamsar bir söze evrilebiliyor. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi. Bu coğrafya da elimizden geldiğince tercihlerimizin peşinden gitmemiz gerektiğini söylüyorum. Bunu yaparken, tercihlerimizin ne kadar toplumun etkisi altında kaldığımızı sorgulayalım istiyorum. Acıları kucaklarken, onlardan zevk almamamız gerektiğini söylüyorum. Asla ve asla dememeyi ama asla ve asla demekten de asla vazgeçmemiz gerektiğini söylüyorum.

Yorumlar